home

andrei rublev - tr

giriş sahnesinin ne demek istediğini merak edenlere bizzat tarkovsky‘nin 1969’daki bir röportajda yaptığı minik bir izahı aşağıdaki gibi olan, uzun ve seyri yorucu film.

spoiler

tarkovsky, baştaki uçan adamın, sanatçının cesaretini simgelediğini söylüyor. bu kişilerin çalışmalarında bizzat kendi benliklerinden fedakârlık yaptıklarının bir alegorisi yani bu sahne. eserlerin yaratılırken olayların öznelerinin -sanatçının- bu eylemlere kendilerini vermelerinin, onlarla bütünleşmelerinin ve onlarda kaybolmalarının ilginç bir anlatısı esasında. tıpkı uçan adamımızın düştüğü gibi, sanatçı da sanatında kayboluyor, sanatçı; eseriyle, eserinde bir nevi ölüyor kısaca. “yaratı”nın şartını buna bağlıyor başka bir deyişle.

spoiler

belki gerçekten bu şekilde bakılırsa biraz daha anlamlı gelebilir bu sahne zira filmin kalanı ile hiçbir ilgisi yok. ortak nokta o “yaratı”nın gerektirdikleri ve onu yaratandan götürdükleri, filmdeki tüm sanatçılarda gördüğümüz de bu aslında; boriska’dan rublev’e, theophanes’ten uçan adamımız yefim’e…

düzenleme: tarkovsky’nin mühürlenmiş zaman adlı kitabını okurken bizzat bahsettiğim sahne hakkında söylediklerine denk geldim. genel olarak andrei rublev filmi ve 20. yy malzemesi ile 15. yy hikayesi anlatmanın zorluğundan bahsediyordu. buna da değindi; biraz uzun ama eklemenin iyi olacağı kanaatindeyim.

spoiler

senaryoda şöyle bir olaya yer veriliyordu: köylünün biri kendine kanat takıp bir katedrale çıkar, oradan kendini aşağı bırakır,yere çarpıp parçalanarak ölür. sahnenin psikolojik özünü sürekli değerlendirerek bu sahneyi ‘yeniden kurduk’. besbelli aklı fikriuçmakta olan böyle bir adam varmış. ama bu olay tam olarak nasıl gerçekleşmişti acaba? arkasından birileri koşturmuş olmalıydı… bu yüzden o da acele etmişti herhalde ve kendini aşağı bırakıvermişti. ilk kez uçan bu insan ne görmüş, ne hissetmiş olabilirdi? kendini aşağı bırakmasıyla yere çakılması bir olduğu için herhalde hiçbir şey görememiş… ve yalnızca kendi düşüşünü hissedebilmişti: o korkunç ve beklenmedik düşüşü. uçuşun heyecanı, tutkusu, simgeselliği yok olmuştu, çünkü burada artık tümüyle dolaysız ve çoktan alıştığımız çağrışımlar yönünden birincil denilecek bir anlam söz konusuydu. bizim beyazperdeye yansıtacağımız basit, üstü başı dökülen bir köylü olmalıydı, sonra onun düşüşü, yere çarpışı ve ölümü. bir insanın yaşadığı bu felaket, bu somut olay, bugün bir sebeple kendini hızla gelen bir arabanın altına atıp asfaltın üzerinde ezilmiş yatan bir insanı çevredekiler ne gözle izlerlerse, herhalde o zaman da aynı gözlerle izlenmişti.

bu sahnenin temelini oluşturan plastik-sembolik yapıyı nasıl yıkabiliriz diye düşündük uzunca bir süre ve sonunda, kötülüğün kanatlarda gizlendiği düşüncesine vardık. ve sahnedeki ‘ıkarus’ havasını yok edebilmek için, her yanından ipler, paçavralar, deri parçaları sarkan iğreti, gülünç bir balon tasarladık. sahnedeki sahte coşkuyu yok ederek onu benzersizleştirecek, biricikleştirecek şeyin bu balon olacağı düşüncesindeydik.

önce olayın kendisi anlatılmalı, yoksa bizim onunla ilişkimiz, ona bakışımız değil. bizim olayla ilişkimizi, sahnenin bütünü belirlemeli; olaya bakışımız, bu bütünlükten ortaya çıkmalı. tıpkı mozaikte olduğu gibi: her parçacığın kendi rengi vardır, mavi, beyaz, kırmızı… pek çok farklı renk. bütün parçacıklar yerine konup da resim tamamlandı mı, sanatçının ne düşündüğü, ne anlatmak istediği ortaya çıkar.

spoiler