home

boyhood - tr

kendisi aracılığıyla richard linklater, sinema, edebiyat, felsefe, müzik hakkında birkaç laf etmek istediğim film. sayfalarca övgü, methiye ve empati dolu girdi varken bunlara bir tane daha eklemek istemiyorum doğrusu. hoş, övmemek mümkün değil bunları yazarken, yine de yazı hafifçe kişisel olacak gibi gözüküyor.

bazen birçok kişiye hayatta her anımızda ilerlemeci şekilde aksiyon almamız gerektiği hususunda ufak iç-dürtüler geldiğini düşünüyorum. bu durum; âna ve ortama yabancılaşmaya, içinde bulunulan eylemin kişi tarafından yüklenen değerinin solmasına neden olabiliyor.

şunu demek istiyorum; bazen düşünceler üşüşür kafamıza bir film izlerken, birileri ile sohbet ederken, sadece vakit geçirirken “ne yapıyorum ben, neden vaktimi daha ‘önemli’ şeylerle doldurmuyorum, neden toplumun istediği bir edinim için çabalamıyorum?” şeklinde. bu güdü, kuşkusuz bireyin hayatında kendisinin penceresinden olumlu değerler katması için elzem fakat bazı anlar oluyor ki bu -genelde materyalistik temelli olan- yükselme ve ilerleme arzumuz bizi bizzat içinde bulunulan zamandan soyutluyor yukarıda dediğim gibi. “bu filmi izleyeceğine hayatını değiştirecek bir şeyler yap!” temalı iç çatışmalarımın çokça olduğunu biliyorum kendi üstümden. bu “kişisel gelişme” isteğimiz hayatta bize çokça yardımı dokunacak ve bizi doğru tabir olmasa da “aydınlatacak” meseleleri kaybetmemize yahut yaşayamamıza sebep olabiliyor.

işte bu başlığa yazma nedenimi de bu dürtünün ne kadar zehirli olabileceğine beni inandıran yönetmen richard linklater’a borçluyum sanırım zira hepimiz sanatta da bilimde de felsefede de cevaplar, tanıdık hisler ve yaşanmışlıklar, kolektif duygular arıyoruz. müzikler dinliyoruz bizi derin melankoliye sürüklediği için, kitaplar okuyoruz varoluş sorgusu yaramıza tuz bastığı için yahut bilimi takip ediyoruz diğer birçok “cevap arama metodu”ndan daha “geçerli” gördüğümüz için. tarih okuyoruz belki bize yakın figürleri tanımak için. elbette tüm bu saydığım eylemlerin arkasında tek tip bir güdü yatmıyor ama cevap arayışımız da bu konuda küçümsenmemesi gereken bir unsur muhakkak.

sinema, özellikle de richard linklater sineması da burada devreye giriyor işte. filmlerinin en önemli özelliği bize bir şekilde bizzat bizi göstermesi oluyor çünkü, açarken biliyorsunuz bunu. felsefeyi çiziyor unuttuğumuz sorunlarımızı hatırlatma maksadıyla, aşkı ve değişimi gezdiriyor avrupa’da, anıları, çocukluğu ve zamanın yıpratıcılığını * yüzümüze vuruyor elinden gelenin en doğal haliyle. eh, bu durum da önemli gördüğümüz işlerimizin, başarı algımızın bulanıklaşmasına neden oluyor. hakikaten şahane bir olgu açıkçası. bunları yaparken the beatles, kurt vonnegut, pink floyd, star wars, harry potter gibi hayat serüveninde bizlerle beraber gelişen yoldaşlarımızı da dahil etmesi ise pastanın üstüne kondurduğu kiraz oluyor bir nevi.

beklentilerimiz farklı oluyor tabii filmlerden her seferinde. kimisi sadece yorgun bir günün ardından uyku malzemesi oluyor, kimisi duygusal tatsızlığıma az da olsa bir ara vermemizi sağlıyor, kimisi daha derin üzüntülere sürüklüyor, eh kimisi de hepimizin buruk fakat doğru bir portresini çiziyor işte boyhood’ta olduğu üzere.

uçarı karakterler, izleyicinin birkaç ay sonra unutacağı olaylar olmadan ayna tutuyor bizlere filmlerinde linklater. bunu houston’da, paris’te, viyana’da yapıyor ama lokasyonun önemi yok kuşkusuz çünkü nerede olursa olsun insanın içindeki, o özdeki geçmiş hasretini, zaman anlaşmazlığını ve varoluş kaygısını oldukça başarılı okuyor. bu vaziyet de filmlerinin biçim yönünden eleştirilmesini benim nezdimde anlamsız kılıyor. eleştiriler doğru da olsa “ne önemi var ki?” diyor insan çünkü unuttuğunuz ya da halı altına süpürdüğünüz düşüncelerinizi bir iki saatte gün yüzüne vurabildikten sonra çekimlerin kurgusunu düşünmek hiç ama hiç ilginizi çekmiyor.

kafamdaki fikir bulutu dallanıp budaklanmışken daha da uzatmadan bitirmek istiyorum. sinemanın, müziğin, edebiyatın ve bilimin bizi karmaşık, anlaması imkansız, yıpratıcı ve yorucu bu faniliğin içinde ufak bir nefes aldıran araçlar olduğunu yeniden hatırlattığı ve hayattaki yegane gayemizin açgözlü şekilde hep daha fazla yetenek, uğraş, başarı olmadığını yeniden hatırlattığı için yönetmene buradan minnet sunmak istedim sadece.

yıllar sonra bu girdiyi okursam ne düşünürüm bilmiyorum, herhalde boyhood’u bir kez daha izlerim ve benimle beraber olgunlaşmış, değişmiş fikri ve maddi yaşantım bir kez daha boynunu çevirip geriye bakma cüretini gösterir, genç haliyle değil de yetişkin haliyle belki, kim bilir?