home

doğum gününde yalnız olmak - tr

ilk defa bugün yaşayacağım ve bana, kendime verdiğim “sakın sözlük’e duygusal şeyler yazma!” kararımı bozdurmuş ruh halidir. yirmi birinci doğum günüm ile başlamış olan bu durumun, bu tatsız ve buruk olayın kaçıncı doğum günüme kadar süreceğini ise düşünmeyi pek de istemiyorum.

zaten herhalde bu girdi de kendisini kısa sürede imha edecektir. doğrusu ne kadar duygusallaşacağım, bilemiyorum. nihayetinde nickimi de gündelik hayatımda öğrenmiş kişi sayısı bir elin parmağını geçmez, onların da bunu okumasından çekinmiyorum, hoş, emin de değilim bu konuda. girdiyi okuyan ve kim olduğumu bilen hiçbir insanın hayatında da an itibariyle büyük bir yer kaplamıyorum galiba. ifade etme ihtiyacı ne kadar kuvvetli, ne kadar evrensel bir his böyle; kişiye yeri geldi mi kendi tabularını bile oyuncak gibi kırdırıyor işte.

az önce, alemlerin gördüğü en büyük kolpacılardan olan john lennon’a atfedilmiş ama muhtemelen onunla pek de ilgisi olmayan “count your age by friends, not years. count your life by smiles, not tears.” alıntısını düşünüyordum ki düşündükçe epey tadım kaçar gibi oldu. güncel hayatımda ne yaşımı yaş yapacak arkadaşa ne de hayatımı hayat yapacak gülümsemelere sahip olduğumu hatırlamış oldum istemeden. bugün yaşadığımın kronik bir sorun olduğunu ve sadece bugün değil, dün de yaşadığımı ve yarın da yaşayacak olduğumu fark ettim. sorun doğum gününde yalnız olmak değildi, sorun; tamamen, kökten yapayalnız olmaktı. orson welles, bir zamanlar “at twenty-one, so many things appear solid, permanent, untenable.” demiş, haklı sanırım. özellikle son zamanlarda “hiçbir şeyin değişmeyeceği, her şeyin şu an nasılsa öyle kalacağı” şeklindeki habis düşünce aklımdan bir an olsun çıkmıyor zira.

böyle günlerde insan, ne ailesinin onu anlayabildiğini ne de beraber okuduğu insanlarda kendi gözündeki ışıltıyı yakalayabildiğini yeniden anımsıyor. kendi mayasının farklı olduğunu düşünüyor ama biliyor ki memnun değilse o mayayı yoğurması gereken de bizzat kendisi. yine de bahaneler buluyor ve sıyrılıyor sorunu çözmekten böylece. en güzel senelerini, yirmili yaşlarını ve üniversite dönemini böyle geçirmemesi gerektiğini hissediyor. daha yirmi birlik ruhunun nasıl da elli beşlik hissettirdiğini gördükçe hüzün kaplıyor elbette içini. tadı iyice kaçmışsa birkaç damla yaş da yanağından usul usul süzülmeyi unutmuyor. çevresindeki kahkahaları, çiftleri hatırlıyor bir kez daha. neler kaçırdığını aklına getirmekten keyif almadığını bilse de gözünü kaçıramıyor, imreniyor insan. “olması gereken bu değil.” diyor kendi kendine ama bunu kaçıncı kez dediğini saymaktan bile korkuyor. olması gerekenin; üniversite yıllarının minicik bir evde kendi başına bilgisayara bakarak, kitap okuyarak geçmemesi gerektiğini herkesten iyi biliyor o insan da. sadece güçsüz hissediyor, kafası karışıyor ve ardından durumun böyle devam etmesine izin veriyor.

her neyse, tüm bu laf ve düşünce kalabalığının sonrasında birazdan uyuyacağımı ve uyandığım gibi yağmurlu, kapalı, sıkıcı bir mersin sabahının beni beklediğini aklıma getirdim. her zamanki gibi bir gün olacaktı; monotonluğun pençesinde ve griliği akla gelebilecek her anlamda yaşatan bir gün. vaziyet ne olursa olsun insanın peşini bırakmayan kahve de yoldaş olmazsa olmaz tabii. ama dünyadaki en iyi kahve de eşlik etse bir hayli keyifsiz, bolca düşünceli bir sabah ve hatta gün olacaktı bu pazar.

hiçbir zaman “ben dünyanın güneş etrafında hareketine pek de önem vermiyorum canım, doğum günü yahut yılbaşı ne ola ki” insanı olmadım. bu tip zamansal hatırlatıcıların insan için birer duraklatıcı ve kilometre taşı olduğunu düşündüm hep; haliyle bugün de herhalde birtakım olumlu kararlar alırım ya da kendime hiç tutmayacağım sözler veririm. bozacağımı bilmeme rağmen vermeliyim diye düşünürüm, umuyorum ki bu iyi bir şeydir.

madem alıntılarla başladım, öyle devam edeyim. yanlış anımsamıyorsam f. scott fitzgerald da “when a man is tired of life on his 21st birthday it indicates that he is rather tired of something in himself.“ demişti ki ne güzel demiş. oysa bunu ben de fark etmiştim çoktan. yirmi birinci doğum günümde, tam da bugün, işlerin yolunda olmadığını sadece bir kez daha anımsamış oldum, o kadar. sorunun ne olduğunu biliyor gibiyim, problemin büyük bir kısmı yalnızlık muhakkak. yalnızlığın tüm dinamiklerinin de kendi zihnimde olup bittiğini görebiliyorum ancak tüm bu düğümü çözecek ne iradeyi ne de enerjiyi bulabiliyorum kendimde. yine de kredini vermek istedim bay fitzgerald, tam da doğru yaşta yakaladın beni, ne yirmide ne de yirmi ikide.

artık bir ayağı mezarda olan woody allen da zamanında “you can live to be a hundred if you give up all the things that make you want to live to be a hundred.” demiş. zekice sanki, bukowski’yi anımsatan bir yanı var sözün. kendisi yine de yüze pek uzak değil gibi. her neyse, güzel demişsin de sanki emin olmak oldukça zor yahu woody dede. şunu söylemek istiyorum; bu dediklerini kimisi film çevirmekte bulur, kimisi yazı yazmakta lakin bulamamışlar ne olacak? hayat enerjisini yaratan elementi, sabah yataktan uyandıran itkiyi keşfedememişler, hatta daha da kötüsü o elementin varlığına dahi inanamayanlar ne olacak, başka bir deyişle ölene kadar sadece oyalandığını aklından çıkaramayanlar?

doğum gününün yalnızlığı hatırlatmasının yanında en az onun kadar can yakan başka bir yönü de elbette büyümeyi ve giden günleri, geçen seneleri hatırlatması kuşkusuz. kendime her ne kadar “don’t cry because it’s over. smile because it happened.“ şeklinde hatırlatmalarda bulunsam da elimden kötü geçirilen zaman için üzülmekten, bir daha deneyimlenemeyecek şeyler için göz yaşı akıtmaktan, hayal meyal hatırlanan çocukluğu yad etmekten başka bir şey gelmiyor. neredeyse her girdide bir şekilde değinsem de nostaljinin zehirli etkisinin altına inanılmaz kolay şekilde giriyorum çünkü insan biraz da şaşırıyor c.s. lewis’in “isn’t it funny how day by day nothing changes, but when you look back everything is different?” lafının doğruluğunu görüp. fakat benim gibi düşünenlere bir yandan anımsatmalı ki “your future self is watching you right now through your memories.” o yüzden o hatıraları güzel, keyifli ve tatlı yaratmaya bakmalı. eh, iyice alıntı çorbasına çevirdiğim bu girdiye oldukça keskin birkaç baharat daha eklemekten zarar çıkmazdı sanırım. en nihayetinde “time flies over us, but leaves its shadow behind.” demeden de bitirmeyeyim.

doğum gününde yapayalnız olan pek kıymetli sözlük yazarlarına, bu girdiyi okuduğunda yirmi birinci doğum gününü kutlayanlara ve özellikle 23 ocak’ta dünya’ya gözlerini açmış tüm yalnız kalplere armağan olsun.