home

i am jack's basketball wound - tr

bu yazı, çok ani gelişen ve üstüne pek düşünülmemiş bir yazı olacak. süslü cümleler, hoş kelimeler ve arkasında sağlam bir fikir de barındıracağını zannedenler, hatta yazıdan keyif alacağını varsayarak tıklayanlar okumasın derim.

dün, alelade bir cuma günüydü ve eve gidip bakabildiğim kadar ders bakmayı planlıyordum, değer verdiğim birkaç arkadaşımın ısrarı üzerine kafamdaki planları ekip sahile basketbol oynamaya inmekse aniden çekici ve gayet zararsız gözüktü ancak işin nerelere varacağını ve kafamda yaratacağı devrimi tahmin etmem mümkün olamazdı.

sevgili arkadaşım umutcan bulut sağ olsun, dün ziyadesiyle amatörce ve neredeyse senede bir iki kez oynadığım sokak basketbolundan jubilemi yapmış bulunuyorum zira keyifle geçen birkaç saatlik bir basketbol seansının ardından yüzümün sağ yarısı uyuşuk, kaşım yarılmış ve gözlüğüm kırılmış vaziyette buldum kendimi. ah, hayır hayır. kendisine kesinlikle kızmıyorum. eğer okuyorsa bunları, kendisine selam olsun.

her çocuk gibi benim de türlü türlü yaralanmam ve sakatlanmam oldu ancak uzun zamandır spor ve eğlence bağlamında bu kadar yoğun ve önemli bir yaralanma yaşamamıştım açıkçası. elbette basit bir “kaş yarılması” olarak görmek mümkün bunu ki haksız da değil durumu böyle görebilecek olanlar ancak son -neredeyse- 24 saatin bendeki yansıması pek bir farklı oldu ve bu gönderinin başlığı da biraz bunu gösteriyor.

olayın ardından kıymetli arkadaşlarım tarafından acile götürüldüm ve minik bir dikiş atıldı yarılan kaşıma, yanak ve ağzımın sağ tarafında uyuşukluksa hala devam ediyor. bir haftaya kadar toparlayacağımı ümit ediyorum.

yukarıdaki tüm paragraflar bu yazıyı yazmama neden olan talihsiz olayın arka planını kurmak içindi. meseleye giriyorum.

maneskin, dün yeni teklisi the loneliest’ı yayınladı. basit sözleri ve pek bir tatlı balat haliyle de beğenimi topladı. birazdan ona yeniden döneceğim.

acilden dönüp, kafam pansumanlı ve bir dikişli halde, tetanoz aşımı olmuş şekilde eve girince tarif edemediğim bir his vardı üstümde ki hala var ki şu an klavyeye basıyor ve nereye varacağımı bilmediğim bu satırları internete koyma yolunda ne kadar anlamlı olduğunu kestiremediğim bir girişimde bulunuyorum. neyse ki bundan memnunum.

üstüme çöken boşvermişliği ve “siktir etme” modunu tarif etmem zor dedim ama esasında özü bunlar gibi yaşadığım ve yaşamaya devam ettiğim hissin. yoğun ve salt acının getirdiği ve ertesi gün -yani bugün- misliyle artacak bir arınmışlık, düşüncelerden sıyrılmışlık ve hatta öfori hissiydi üstüme üşüşen adeta. olayın şokuyla acile giderken bunu çok kuvvetli hissedememiştim ama eve vardığımda basitçe bir rahatlama yaşadım diyebilirim.

the loneliest’ı açtım ve loopa koydum, bir iki arkadaşımla konuştum ve uzandım. sanırım üç dört loop’tan sonra aşağıdaki tekele inip iki bira aldım, içmeye başladım ve the loneliest loopunu devam ettirdim. dün şarkı kaç kez çaldı, inanın bilmiyorum. ama kendimi hakikaten the loneliest hissettim dün gece. evet, bir üstteki paragrafta bahsettiğim hisler de mevcuttu ama yalnızlık hissi tarafından perdelenmişlerdi, onu sonradan fark ettim. başımda herhangi bir kız olmasını diledim, sadece az bir şey konuştuğum bir hanımefendinin durduk yere yanımda olup avutmasını ve “yanındayım” demesini, ilgi göstermesini, kısaca şefkatle kollanmayı temenni ettim hatta içimden komik şekilde. hala düşündükçe gülüyorum buna ama kızmayın bana, the loneliest hissetmek herkesin başına pek sık gelen bir şey değil nitekim. zaten o hanımefendinin de konuşurken sezdiğim vurdumduymaz tavırları üstüne mental olarak ne kadar komik hale düştüğümü anladım. tam bir işe yaramazdım ancak o da umurumda değildi. yüzünün yarısı sızlarken insan, ne herhangi bir kızı ne de diğer insanları ciddiye alabiliyor ama yine de sarılacak birilerini arıyor işte, çelişki mi dersin doğallık mı bilemem.

ardından dün gece bitti, güzel bir uyku çektim.

bugüneyse dünkünden daha pozitif bir şekilde uyandım ve yalnızlık, yerini dün perdelediği o yoğun hislere bıraktı tamamiyle. güçlenmiş ve erkeksi hissediyordum. bu hissin üstüne biraz kafa patlatınca fight club geldi aklıma aniden. yaşadığım kazanın fight club bağlamında güzel bir çerçeveye oturtulabileceğini fark ettim.

ve hayır, bunu internette son senelerde türemiş tyler durden ve genel olarak fight club çılgınlığından baz alarak yazmıyorum, esasında filmi izleyeli çok seneler oldu bile ve kafamdaki etkisi de pek bir nötr ve silikti filmin. dün geceye kadar sadece hayal kırıklığı bir kitap veya güzel sinematografili, tatlı müzikli, biraz klişe ve komedileşmiş bir filmdi fight club benim için.

neyse, fight club minvalinde bir kavgada bulunmamıştım elbette ama bulunmuşçasına yaralıydım. ne derslerin ne kızların ne yalnızlığın ne de başka herhangi bir şeyin önemi vardı. sızı ufak da olsa devam ediyordu ve hafiflemiş hissediyordum. damarlarıma dolan o maskülenite akışını betimlemem çok zor ve hatta belki komik ve aptalca ancak fight club‘ın arkasındaki tüm o fiziki dinamiği ve sahnelerdeki ilkel, kaba mesajı iliklerime kadar hissettim.

hiçbir şey çözülmemişti ama hiçbir şeyin de önemi yoktu. sadece acı vardı, sağ kaşı dikişli ve yüzünün sağ tarafı şiş bir bora vardı ve gerisi hiçbir şey ifade etmiyordu. bu histen acayip bir keyif aldım.

yukarıdaki paragrafların birinde tüm bu olayların yanında bir de gözlüğümün kırıldığını söyledim kaza anında. evet. darbeyi sağ gözüme aldım ve sol gözümün ampliyopi nedeniyle en ufak bir işlevi olmadığını göz önüne aldığımızda sağ gözümün yani sağlam olan tek gözümün hayata tutunmam yolunda yegane organımın olduğunu söylemem abartılı olmayacaktır herhalde. zaten kazadan sonra ilk kontrol ettiğim şey de görüşüm oldu zira tam anlayamadım neyin nasıl gerçekleştiğini ve nasıl bir darbe aldığımı o an. gözlüğümün gözüme yapacağı herhangi bir ters pozisyonun tüm hayatımın kaymasına neden olabileceğini düşünmek ve bunun sadece kıytırık ve çok ani gelişmiş bir basketbol maçından kaynaklanabileceğini düşünmek feci bir akıl tutulmasına neden oldu bende.

neyse ki;

without pain, without sacrifice we would have nothing. like the first monkey shot into space.

diyordu chuck palahniuk, fight club‘ta,

it’s only after we’ve lost everything that we’re free to do anything.

diye de ekliyordu ardından. yaşadığımı ve onun düşündürdüklerini, hissettirdiklerini birden kafamda çok daha iyi oturtmuş oldum böylece.

bu yazıyı herhangi bir nihai öğüt ya da sonuca bağlama niyetim yok ama dün yaşadığım olay bende daha önce deneyimlemediğim bir düşünceler silsilesi yarattı ve hiç tahmin edemeyeceğim bir kapı açtı. kapı nereye açıldı bilmiyorum ama acının, “kaybetmişlik hissi”nin yarattığı boşvermişlik ve özgürlüğü herhangi birinin buna benzer bir olayı deneyimlemeden algılayabilmesi mümkün değil benim nezdimde.

ben; bir daha basketbol oynar mıyım, bilmiyorum, muhtemelen çok zor. acının yarattığı hisler cümbüşünü her ne kadar yukarıda pozitif bir havayla anlatmış olsam da biyolojik formum gereği acıdan kaçmam gerektiğinin ve geçmiş deneyimlerimin bunda bir hayli kuvvetli bir etki yaratacağını ki bu sebeple de bu tip olası bir kazadan mümkün olduğunca kaçmaya çalışacağımın farkındayım. bunu bastırmaya da niyetim yok, mazoşizm hoş değil ama yaşadığım olayın da kafa açıcı tarafını gördüğüme çok memnunum.

yüzümün sağ tarafı hala sızlıyor ama önemi yok, hiçbir şeyin önemi yok. bu kafa yapısını hayatıma entegre edebileceğimi sanmıyorum, etmek ister miyim, ondan da emin değilim. böyle biri değilim ben ama hissettiklerimi tazeyken kayıt altına almak ve dönüp yeniden okumak için bir iki saattir klavye başında gevezelik yapıyorum işte böyle zira;

i don’t want to die without any scars.

güzel bir yumruk, dirsek ya da dayak yemeniz dileğiyle;

bora kaçtı.