home

intern senesinin öğrettikleri - tr

intern senesi diyorlar tıp fakültesi denen altı senelik dolandırıcılığın son aşamasına. hem de ne “intern”lük ha. merak ettim de baktım nereden geliyormuş bu kelime, hani kaç kez “intern” oldum farklı farklı yerlerde, erasmus bursu parasına ucuz işçilik yaptım fakat hiç merak etmediğime kızdım şimdi etimolojiyi seven birisi olarak.

quora’da demişler;

the word “internship” has its roots in the term “intern,” which originally referred to a medical student or trainee who was completing practical training in a hospital. The term “intern” comes from the grench word “interne,” which means “internal” or “inside,” referring to the position of a trainee within a medical institution.

iyiymiş.

staj için de nişanyan demiş ki;

fransızca stage “çıraklık, meslekte deneme süresi” sözcüğünden alıntıdır. bu sözcük eski fransızca estage “1. durak, menzil, etap, 2. manastırda çile süresi” sözcüğünden evrilmiştir. bu sözcük geç latince yazılı örneği bulunmayan *staticum “durak, menzil” biçiminden evrilmiştir. bu biçim latince stāre, stat- “durmak” fiilinden +ic° ekiyle türetilmiştir.

bu daha hoş sanki. stajın bir durak, bir “staticum” olması yani.

garip bir terminolojisi ve hiyerarşisi var zaten malum tıp fakültesi’nin. üçüncü sınıfı yeni bitirmiş heyecanlı tıp fakültesi öğrencisi kendini “stajyer doktor” diye etiketliyor saniyesinde instagram’da, altıncı sınıfa varınca da “intern doktor” oluyor. ben bu okulu bitirmeden kendime doktor falan demem doğrusu, hatta okul bitince bile ne kadar emin bir şekilde “doktor oldum abi ben” diyebilirim, emin değilim açıkçası. büyük laf usta. tabip, hekim, doktor… ne bileyim. elbette tecrübeyi yaşla korele görmek her zaman doğru olmasa da doktorluk “yaşlı” bir meslek gibi geliyor ezelden beri. 24 yaşında doktor olarak göremiyorum hani kendimi.

her neyse.

yoruldum. hem de çok.

ilk beş seneyi yorucu zannederdim. yanılmışım. daha doğrusu altıncı sınıfı küçümsemişim. tıp hakkında olmasa da son iki üç ay dahi çok tecrübe kazandırdı gerçi, yalan yok. aylar sonra, yalnız geçen bir cuma günü, tek başıma oturduğum bir sevgililer günü’nde de klavyeye oturttu beni bu öğrendiklerim de işte.

başlayalım.

üçüncü ayım henüz daha bu 12 aylık bok yolunda, “intern” senesi diye adlandırdıkları. o yüzden yolun başında beni bezdirmiş, fragmanıyla bile beni darmaduman etmiş bu periyodun nasıl ilerleyeceği konusunda en ufak fikrim yok doğrusu.

yine de aralık iyiydi. halk sağlığı aradığım soft başlangıcı yapmama yardımcı olmuş, kendimi sahte ve geçici bir rehavetin içinde bulmama neden olmuştu. halk sağlığı ayı, gardını indirdiğini sandığım anda kötü vurdu yine de. sağlık ocaklarına atılan bitmek bilmeyen hoca baskınları, dümenden makale sunumları, laf olsun diye yapılmış oyunlaştırmalar derken intern senesinin angarya dolu yoğunluğuna adım atmış oldum. bu sadece girişti nitekim.

yeni sene başladı. yılbaşına yalnız girdim yine. ekip bombaydı, dahiliye başlıyordu. nefroloji ve yoğun bakımda geçecekti kışın kalan kısmı. hematoloji-gastroenteroloji kurasından kötü olsa da herhalde endokrinoloji-onkoloji kurasından iyiydi. yani herkes öyle düşünüyordu. gerçi herhalde öyle de oldu.

bir “intern”in tanımı olan işlerle nefroloji’de, ocak ayında tanıştım. yüzlerce barkod bastım, reçete yazdım, telefon konuşması yaptım, “order” verdim. hahahah. evet, çok yetkiliydim. dongle bende olduğu sürece benden kudretlisi yoktu, dongle yokken de bir hiçtim. asistan abinin usb belleğinden bahsediyorum hani. yanlış anlaşılmasın. çömez bir “intern”düm ama işleri çabucak kaptım, benden harika bir tıbbi sekreter olurmuş, fark etmiş oldum. onlarca kez kan aldım, onlarca kez pansuman yaptım, arada bir sonda taktım ve bol bol sonda çektim. ha, unutmadan bir de hemen her gün ultrasona indim. sözel yorum alayım diye canım, intern neden var, bilgisayarda yazanın fotoğrafını çekip asistana yollamak için. sayısız böbrek biyopsisine katıldım, çömez radyologlara yardım ettim, atış yaptılar ve biyopsilerini taşıdım. ben olmasam patoloji’ye gidemezdi o örnekler efendim! ben de böyle kritik bir adamdım hani. benden hızlı götüren olur mu, olmaz, bahsine bile girerim.

altı tane birbirinden beter nöbet tuttum nefroloji’de. kimisinde kafamı yastığa koyamadım, kimisindeyse dört saat kadar uyudum. var mıdır arttıran? 20-25 tane hastanın bilgiyarda yazan kan sonuçlarını kağıda geçirdim, sayın profesörüm sabah rahat rahat değerlendirsin diye. kızdılar bilgisayardan basınca sonuçları, israf oluyormuş sanırım. herhalde her hastadan klinikten bağımsız her tetkiki istemek israf olmuyor. velhasılıkelam, elle yazmam gerekiyormuş hepsini. sen sabah 5.15’te laktat dehidrogenazı, low-density lipoprotein yerine yazıp kendine hiç kızdın mı okuyucu? ben kızmadım çünkü yazmadım. işte öyle dikkatli bir “intern”düm, benden titizi var mıdır, şaşarım. övünmek gibi olmasın, müthiş sonuç yazarım. öyle bir inerim ki özel servise şaşarsınız. sonuç kağıtlarını dağıtmak ayrı bir sanattır. her tıp fakültesinde öğretilmez. mersin’e özeldir. :-)

bunları yaptıktan sonra nöbetini mesaidekilere devretmeyi beklersin. 7.30 gibi geçersin camlı odaya, hava soğuk değilse balkona geçersin biraz. ben, geceler melankolik olur zannederdim. uykusuz ve yorucu geçen bir nöbetin sabahı çok daha melankolik olurmuş okuyucu. biraz aptal hissedersin kendini ama kızamazsın ki kendine. kimse sana 18 yaşındayken “tıp fakültesinde 6 sene sonra bugün saat 7.30’da hocan tarafından görmezden gelindikten sonra eve dönmeyi bekleyeceksin bora” dememiştir. kimse de bunu öngöremez zaten. iki sene önce sana ders anlatmış hocan, sana bir teşekkürü geçtim, günaydın bile demez. bir boşluksundur sen, var olup olmadığından bile emin olamazsın. gözler görmez seni. “intern arkadaşım”sındır. hemşirelerin biricik gözbebeği, asistan doktorun kişisel yardımcısı, hocanın tıbbi sekreteri, hastanenin destek personelisindir. arkadaşlar arasındaysa ara bulucusundur. “intern” senesi entrika ve kaos doludur efendim, herkes birbirine dost, herkes birbirine düşmandır.

bunları tecrübe ederken şubat ayı gelir. yeni ay, yeni başlangıçlar. icu. yoğun bakım. işler ciddileşiyordur hacı, yersen.

kan gazı almanın ustası olursun. en büyük dostun insülin enjektörünün iğnesidir. dolaşımı iyi olan kaşektik hastalara bayılırsın, ayrı bir keyiflidir kan gazı almak. femoral-severleri kısmen anlarsın ama sen radialcisindir. femoral arteri delince kanın heparinli enjektöre kendiliğinden dolmasının verdiği zevki de yadırgayamazsın, mix kan geldiyse yaşadığın hayal kırıklığı da bir o kadar keyifsizdir nitekim. radial iyidir ustam, radial iyidir. temiz iştir. yoğun bakımda sana arter yolu diye bir olay gösterirler. müthiş bir şeydir okuyucu, hem anlık tansiyonu gösterir, hem de kan almana yardımcı olur. tıp tanrıları arter yolunu düşüneni diğer dünyada unutmasın diye dua ederim unutmazsam. hastayı günde 4 kez delmezsin en azından.

yoğun bakım da ayrı bir kaotiktir. sayısız hemşire vardır, servisteki gibi teker teker öğrenemezsin isimlerini bu sefer o kadar kolay. onlarsa sana hep “intern arkadaşım” der. “efendim hemşire arkadaşım?” diyesin gelir ama “efendim abla?” dersin.

nöbetler fecidir. 2,5 saat uyursan kendini şanslı sayarsın. gecenin 1.50’sinde arrest olur, bir exitustan tam 5 dakika sonra diğeri başlar. bahtın karadır, cpr seni bekler. ikinci exitus gerçekleşir, hasta yakınlarını çoktan aramışsındır. “hastanızın kalbi durdu, müdahale ediyoruz, lütfen hastaneye geliniz.” dersin ama müdahalenin faydasız olduğunu biliyorsundur. yine de görev görevdir. tüm işler biter. uyku saatim diye düşünürsün, saat 2.45’i bulmuştur. asistan abin servisten yeni hasta geliyor der. “sıçtık” dersin. bu gece uyku yasaktır bora. yeni hastanın kanlarını, kültürlerini alırsın ve sabah olur bir şekilde. sabah saat 6 kan gazları seni bekliyordur, hemşireler dahi kestirirken 10 tane daha kan gazı alırsın, kimi hastayı delersin kimisinin arter yolunu kullanırsın. yine de işler bittiğinde ayakta durmakta zorlanıyorsundur. beynin inanılmaz sislenmiş, feci yavaşlamıştır. bir hastadan kan gazını alamazsın. hepatit c’si olan, şişmanca bir teyzedir, tek başına elinle göbeğini itmeye çalışırken aynı elinin işaret ve orta parmağıyla femoral arteri palpe etmeye çalışırsın. radial arter her zaman çalışmaz okuyucu. bir yandan maske yüzünden gözlüğün suratından kayıyordur, iğneyi hastadan çıkardıktan sonra sana batması fikri sana kabus gibi gelir, bu yüzden iyice yavaşlarsın. saat 5.23’te yüzüne vuran bu tokat yorgun ve mutsuz geçmiş bir üniversite hayatının gösterebileceği tatsızlık grafiğinde zirve noktalardan biridir.

günler geçer, mesailer bitmez. apache skoru girersin bol bol. ilaç iadesi yaparsın. neyse ki beraber çalıştıkların iyidir, ondan dolayı keyiflidir çoğunlukla mesailer. bol bol “taşşak” muhabbeti yaparsınız. hayatta olduğunu hissettirir bu küçük anlar, yoksa bir yoğun bakım da sadece “intern”ler için gerekli olurdu kuşkusuz. bol bol rektal tuşe atarsın, 90 yaşındaki bezli ve altını doldurmuş dayıların makatlarını senden iyi tanıyacak yoktur. sonra elini 10 dakika boyunca yıkarsın çift eldiven giymiş olmana rağmen. scabiesli hastanın yanından geçerken bile irkilirsin. pis hissedersin. asistan abilerine diyaliz katateri açmalarında yardım edersin. ultrason diye bir nimet varken körlemesine açmaya neden ısrarla devam ederler anlamazsın. diyaliz katateri açılacak tüm hastalara acırsın, zor birkaç dakika onları bekliyordur. o da asistan katateri takabilirse. takamazsa geçmiş olsun amcacım. on, on beş kez daha iğne saplanacak daha sana en az. “umarım kısa sürer” temenni edersin.

çok hasta ölümü görürsün. alışırsın diyeceğim ama alışamazsın pek. bazılarını umursamazsın ama bazıları düşündürür. epey. manevi bağ kurmamış olsan da bir şekilde hastayla, hasta üstünde geçirdiğin dakikaların son bulmuş olması; hastanın artık sadece somut bir beden olarak orada varoluyor oluşu, sana senin kendi varoluşun hakkında kafanda sorular sordurur. ölümü daha sık düşünmeye başlarsın. ölümü hep hatırlarsın. şu meşhur romalı generalleri yoğun bakımda çalıştırmak lazımmış. ölümü hatırlamadığın gün yok hani.

neyse işte. aylar geçer, geçmeye devam edecektir. kariyer yolu belirsiz, hayatsa dengesizdir. yorgun, sporsuz, sağlıksız, derssiz günler geçer. sadece iş-ev-uyku üçgeninde dönüp durursun. 18 yaşındaki bora, şu halini görse ne düşünürdü diye kendine sorarsın, hayal dahi edemezsin. evet, hayal dahi edemezsin. intern senesinden öğrendiklerin bunlardır işte.

geçmiş olsun, “intern arkadaşınız” kaçar.